Yiğit Özatalay’ın Şiirle Beslenen Melodileri…
1985, Isparta’da doğumlu sanatçı ilk piyano çalışmalarını İzmir’de Turgut Aldemir ve Zafer Çebi’yle sürdürdü. Günümüzünde artık usta kategorisine giren genç kuşak jazz’cılarımızı yetiştiren en önemli jazz eğitim kurumu olarak kabul edeceğimiz İstanbul Bilgi Üniversitesi jazz bölümü öğrencilerinden biri olan Özatalay burada usta müzisyenler Selen Gülün ve Onur Türkmen’le teori ve kompozisyon, Gülün ve efsanevi jazz sanatçımız Tuna Ötenel’le jazz piyano çalıştı.
Lisans eğitimi ardından yurtdışına eğitimine yurtdışında eden sanatçı 2006-2007 öğretim yılı boyunca Krakow Müzik Akademisi’nde Wojciech Widlak ve Wojciech Zych’ten kompozisyon dersleri aldı. Lisans eğitimi aldığı üniversitesine geri dönen Özatalay iki yıl süreyle Bilgi Müzik’te araştırma görevlisi olarak çalıştı, Michael Ellison’ın asistanlığını yaptı. 2009 yılında Bilgi Üniversitesi’nin sağladığı bursla İtalya’ya giderek Milano Konservatuarı’nda Alessandro Solbiati’yle kompozisyon yüksek lisans eğitimini tamamladı.
Başarılı sanatçı 2011’de Türkiye’ye dönerek kariyende önemli bir döneme başladı. Daha önce bir diğer usta jazz piyanisti Emin Fındıkolu’nun müziklerini düzenlediği ve Genco Erkal’ın yönetip oynadığı Dostlar Tiyatrosu yapımı “Ben Bertolt Brecht” oyununda bu kez Yiğit Özatalay piyanist olarak sahne almaya başladı.
2012’den bu yana İstanbul Bilgi Üniversitesi Müzik Bölümü’nde tam zamanlı öğretim görevlisi olarak çalışmakta olan Özatalay, çağdaş akustik müzik alanındaki beste çalışmalarının yanı sıra farklı topluluklarla besteci-piyanist olarak konserler vermekte ayrıca Dostlar Tiyatrosu’nun “Yaşamaya Dair” ve “Merhaba” adlı oyunlarında müzik direktörü ve piyanist olarak sahne almaktadır.
Piyanist Yiğit Özatalay bu yazıya konu olan davul sanatçısı Mustafa Kemal Emirel ile oluşturduğu “Yürüyen Merdiven” projesi iki “Çınar, Güneş ve Bir Deli” (2016) ve “Yok mu, Var” (2018) adlı iki albüme de imza attı.
Şiir ve jazz birlikteliğine dair güzel örnekler bulabildiğimiz bu çalışmalarda ikilinin dışında Genco Erkal, Tülay Günal, Ülkü Aybala Sunat, Güç Başar Gülle, Angelika, Niescier, Luca Avanzi, Eloisa Manera, Deniz Doğangün, Meriç Dönük, Hans Andersson, Volkan Topakoğlu gibi tiyatro ve müzik özellikle de jazz dünyasından değerli konuklar yer aldı.
Albümlerine ve bestelerine odaklanmadan önce Yiğit Özatalay’ın akademik ve uluslararası çalışmalarını yürütürken eski ve kadim dostu olarak tanımladığı Mustafa Kemal Emirel’le bir araya gelme hikayesini çok merak ediyordum. Ama önce onların dinleyenleri çok etkileyen müzikal uyumlarını yansıtan bir videoyu sizlerle paylaşmak istiyorum.
Yiğit Özatalay: Mustafa Kemal’le müzikal beraberliğimizin en eski tanıklarından biri gerçekten de sensin sevgili Devrim, çünkü Kemal’le birlikte katıldığımız ilk jazz festivali senin Eskişehir’de yıllarca başarıyla düzenlediğin ‘Amatör Caz Müzisyenleri Festivali’nin üçüncüsüydü. Bakıyorum da, o yıldan, yani 2005’ten bu yana neredeyse 15 yıl geçmiş!
Biz Kemal’le uzun yıllardır arkadaşız ve müzik dışında da bir çok şeyi paylaşırız. Birlikte ev arkadaşlığımız bile oldu. Aynı okuldan mezun olduk. Böyle sıkı bir dostluk ve müzikal alışverişi 2014’te bir grupla somutlaştırmak istedik. Tabii ki her iki albümümüzde konuk müzisyenler de yer aldı ama her şeyden önce bir ikili Yürüyen Merdiven. İsmimize gelince, aslında günlük hayatımızda çok kullandığımız bir nesne bu, ama biz yürüyen merdivene başka bir açıdan bakıyoruz. Can Yücel’ce söylersek, başka türlü bir “yürüyen merdiven” bizim istediğimiz… İki bacaklı bir organizma. Yani bu mekanik bir merdiven değil. İki bacaklı yürüyen bir merdiven. Bir diyaloğa dayanıyor grubun temeli. Logomuz da aslında buradan çıktı. Tabii anlam dışında biçimsel olarak da belli tercihlerimiz var.
Yürüyen Merdiven’in iki sözcüğü isimlerimizin baş harfleriyle başlıyor. Bunun dışında uyaklı iki sözcükten oluşuyor. Hece sayılarıyla da dengeli sözcükler. Bir de tabii ki Türkçe. Sonuçta Türkiyeli müzisyenleriz. Biz öncelikle kendi estetiğimizle örtüşen ve bizi anlatabilen bir iş çıkarmak için yola çıktık. Şu an geldiğimiz yeri bir virgül olarak görüyorum. Yolda olmak güzel. Oruç Aruoba’nın deyişiyle “yolunu yer kılmak”. Peki nereye kadar yürüyecek bu merdiven? Uzun, çetrefilli ve bir o kadar da zevkli bir içsel yolculuk bu. Bir de bu yolculuğun dış boyutu var tabii; o da dinleyiciye ulaşmak, ve onda da aynı duyguyu ve heyecanı uyandırabilmek. Amacımız olabildiğince geniş kitlelere, her yaştan, ulustan ve sınıftan insanlara ulaşmak. Ama bu albümde öncelikle Türkiye var; yaşadığımız ülkeden, çevreden, onun gerçeklerinden ve dilinden bir şeyler var. Bununla uğraşmaya devam edeceğiz.
“Yürüyen Merdiven” grubu bahsettiğim iki albümde de şiir bestelerine yer vermekte. Birinci albüm olan “Çınar, Güneş ve Bir Deli” Nazım Hikmet Ran’ın “Masalların Masalı” ve “Bugün Pazar” adlı iki şiiri, 2018 albümleri “Yok Mu, Var” da ise Nazım’ın “Sıcaktı” şiiri dışında Edip Cansever’in albümle aynı adı taşıyan şiiri “Yok Mu, Var”ın bestelendiğini görüyoruz. Albümlerde geriye kalan tüm bestelerin gerek söz gerekse müziklerinin özgün olduğunu, çoğunlukla Özatalay’a ait düşünüldüğünde bu iki albümde de şiirlere yer verilmesi acaba bir tesadüf müydü?
Y.Ö: Elbette değil… Şiir sevgisi bana annemin bir hediyesi. İyi ki de sevdirmiş. Hatta “Caz Kedisi” dergisiyle de beni tanıştıran odur. Müzik, şiiri taşıyan ve ulaştıran güçlü bir araç olabiliyor. Yürüyen Merdiven olarak buna aracılık etmeyi seviyoruz. Müzik şiiri daha etkin hale getirse de, bütün bestecilerin de söylediği gibi şiiri bestelemeye girişmek epey riskli bir iş ve çok dikkatli olmak gerek. Benim dikkat etmeye çalıştığım şey, o şiirin ritmini, onun kendi içinde taşıdığı müziği kaybetmemek. Bu arada, besteler bana ait olsa da düzenlemeleri Kemal’le birlikte yapıyoruz. Düzenleme de besteye dahil olan bir öğe kesinlikle… Jazz alanında ise şiirin eksikliğini ben de hissediyorum. Açıkçası bizim müziğimizin de ana akım bir jazz olduğunu söyleyemeyiz; hem klasik müzik, hem geleneksel müzik, hem tiyatro ile kesişimler kuran bir tarz bu. Belki de bu çoğul yapısı nedeniyle şiirle de bütünlük kurabiliyor Yürüyen Merdiven.
Bir araştırma yapılsa en çok şiiri bestelenen şairimizin Nazım Hikmet Ran olma durumu çok şaşırtıcı olmaz gibi… Jazz dünyamızda Nazım’ın şiirlerinin bestelendiği ilk örneklerden biri olarak olarak piyanist Tayfun Erdem’in “Demir, Kömür ve Şeker / Caz ve Nazım” adlı albümünü sayabiliriz. Nazım’ın “Kuvayı Milliye Destanı Başlangıç Kısmı” ve “Hasret Trilojisi(Sofra-Memet-Vapor)” şiirlerinin Genco Erkal tarafından seslendirildiği bu albüm daha önce ünlü Alman aktör Otto Sander tarafından da seslendirilmiş ve albüm olarak yayınlanmıştı. İki albümününde üç şiirine yer verilen Nazım Hikmet belli ki Yiğit Özatalay içinde çok özel bir şairimiz…
Y.Ö: Nâzım’la kurduğum ilişki için, öncelikle şununla başlamalıyım: ben müziği bir araç olarak görüyorum. Amacım değil. Bir şeyleri ulaştırmak, insanlarla paylaşmak için bir araç olarak görüyorum ben müziği. Önemsediğim, inandığım değerler var. Bir hayat duruşum, dünyaya bakış açım var ve tabii ki öncelikle kendimi gerçekleştirmek ve sonrasında da “bakın böyle gerçekler var ve ben böyle düşünüyorum” diyerek insanlarla paylaşabilmek var aklımda. Benim sanatla olan ilişkim biraz bu.
Sanatla olan ilişkisini belki de en güzel şekilde gerçekleştirmiş olan insanlardan biri olarak Nâzım’ı önemsememin nedeni biraz da burada yatıyor. Nâzım eğer komünist olmasaydı, belki iyi bir şair olabilirdi; ama Nâzım’ı Nâzım yapan aslında insan olarak duruşuyla, inandığı değerlerle, yaşamıyla, düşündükleri ile sanatını ne kadar güzel bütünleştirebildiğidir. Oğluna yazdığı şiirle partiye yazdığı şiirini birbirinden ayıramaz oluşumuz ya da Piraye’ye yazdığı bir mektupla sosyalizme olan aşkını ayıramaz oluşumuz. Bunların bir bütün olması. Örneğin bizim grup olarak bütünselliğe vurgu yapmamız, birbirimizi tamamlamamız, müzikle şiirin bütünselliği… Bunları birbirinden ayırmamak gerek. Yani bütünsellik belki de hayatın en temel ögelerinden biri ve bunu başarabilmek çok zor. Biz de bunu başarmaya “çalışıyoruz”. Bu bir yolculuk.
Bir de tersini düşünmek gerek tabii. Nâzım sadece komünist olsaydı, yine Nâzım olur muydu? Hayır olmazdı! Onu Nâzım yapan aynı zamanda şiirin gerektirdiklerini yerine getirmesi ve şiir alanında da bir devrim yapmış olması. O güne kadar yazılmamış olan bir şiiri yazmış olması. Şunu vurgulamak istiyorum: Nâzım için şiir, onun çok iyi yaptığı bir şeydi ve bununla insanlara ulaşabiliyordu. Kendini bu yolla iyi anlatabiliyordu (Tabii ki sadece şiirle uğraşmadı. Sinemayla, tiyatroyla, edebiyatın her alanıyla uğraştı ama biz onu en çok şiirleriyle tanıdık ve sevdik).
Ben de -tabii, karşılaştırmak şöyle dursun, onu model olarak alarak- kendim için şöyle diyebilirim: Müzik benim iyi yaptığım bir şey. En azından belli açılardan kendime güvenebildiğim bir alan ve insanlara bununla ulaşabileceğimi düşünüyorum. Örneğin besteci Luigi Nono’nun bir sözü var. Diyor ki “Ben sadece rastlantısal olarak müzisyenim. Bir besteciyim ve topluma bununla bir katkı koyabiliyorsam ne âlâ”. Nâzım’ın benim için ifadesi bu aslında. Sanatçı ve eylem insanı arasındaki mesafeyi en aza indirebilmek ve onun bütünselliğini sağlayabilmek.
Y.Ö: “Masalların Masalı” şiiri örneğin… Hiçbir felsefi kavram kullanmadan, herkesin kendi hayatında mutlaka karşılaştığı çok genel imgelerden hareketle böyle küçük bir hikaye yazabilmek… Bu bir süzülmüşlüğü gerektiriyor. O formasyonu bu şiirin içinde görebiliyoruz. Sadeleşme de denebilir buna. Karmaşıklaştırmadan, oldukça sade anlatabilme ve bunu sadece içerik olarak değil, biçim olarak da yapabilme. Mimar titizliğiyle süzülmüş bir yapı haline getirebilme.
Şiir bestelerken dikkat etmeye çalıştığım noktanın o şiirin ritmini, onun kendi içinde taşıdığı müziği kaybetmemek olduğunu söylemiştim. Belki “Masalların Masalı”nda bunu belli bir noktaya getirmiş olabiliriz diye düşünüyorum. Mesela şiirin kendi içerisindeki prozodiyi ve ritmi -yani cümle ve kelimelerin ritmini- müzik için bir malzeme olarak doğrudan alabiliyorum. Örneğin “Su başında durmuşuz çınarla ben” dizesindeki ritim, parça içerisinde kendini belli ediyor. Zaten Nâzım’ın kullandığı ve insanı okudukça hipnotize eden de, bu ritim ve tekrarları kullanmaktaki ustalığı bence. Elbette her cümlenin olduğu gibi her şiirin de ritmik bir yapısı vardır. Nâzım’ın şiirlerinde ise ben bunu en üst düzeyde görebiliyorum. Nâzım hakikaten tüm şiirlerini bir müzik içerisinde yazmış.
Son albümleri “Yok Mu, Var”da Nâzım Hikmet Ran dışında Edip Cansever’in aynı adlı şiirini de besteleyen grubun şarkısını dinlerken fark ettim ki, Nazım’ın şiir kurgusuna görece daha fazla sadık kalınırken “Yok Mu, Var”da şiirin satırlarından diledikleri seçerek kullanmaları ve belki de jazz’ın ruhuna en yakın bir şiir bestesi çalışması yapmış olmaları…
Y.Ö: Bu şiire farklı yaklaşımım gözünden kaçmamış! “Yok mu, Var” şiiriyle 2009’da tanışmıştım. İlk okuduğumda çok etkilenmiş, hemen defterime not etmiştim. Uzun bir süre onu besteleme niyetim de yoktu. Sonra, sözsüz bir müzik üzerine çalışırken bu müziğin bu şiirle güzel bir örtüşme yaşayabileceğini keşfettim. Senin farkettiğin şey, yani metne yaklaşımımdaki “özgürlük”, aslında müziğimle metni buluşturabilmek, uzlaştırabilmekten kaynaklandı. Bu şiir biçimsel olarak asimetrik ve düzensiz bir bilinç akışı şiiri. Müziklerken biraz düzenledim, başka bir biçime oturtmaya çalıştım, bu nedenle belli sözcüklerin veya dizelerin yerleri değişti, belli dizeleri ise bu müziğe almadım… Ancak sonradan bunun şaire ve şiire haksızlık olduğunu düşündüm. Çünkü Cansever çoğulluğa önem veren bir şair. Bu şiir de hem nesne ve imge bolluğuyla çoğulluğu önemsiyor, hem de “var” sözcüğünün döngüsel yinelemeleriyle belli bir uzunluğu gereksiniyor. Dolayısıyla bu uzun şiiri, bütün olarak, her sözcüğüyle dahil ettiğim bir versiyon daha oluşturdum. Bu versiyon tamamen jazz stilinde değil, hem daha deneysel, hem de 10 kişilik bir topluluk için yazılı bir konser müziği.
Burada söyleşiye biraz ara verip, Yiğit’in kadim dostu, “Yürüyen Merdiven” projesindeki ortağı, davul sanatçısı Mustafa Kemal Emirel’e söz vermek istiyorum. Yiğit’in besteciliği ve söz yazarlığı ile ilgili Mustafa Kemal’in düşüncelerini merak ediyorum…
Mustafa Kemal: Yiğit, her zaman derin müzik yazmayı başardı, hep kendi müziğini yazmayı başardı. Bu çok şaşırtıcı bir olgu benim için, kusursuzluk, işini gerçekten iyi yapma olgularıyla yüzleşirsiniz Yiğit’i tanımaya başladığınızda. 2003’ten beri süregelen dostluğumuzda da gördüğüm kadarıyla, okul yıllarında armoni dersleri için yazdığı ödevler bile hep güzeldi, zaten bunların bir kısmını da albümlerde kaydettik. “Şellale” bestesini de 2003’te yazmıştı diye hatırlıyorum, hatta okul öncesi döneminde bile olabilir.
Şunu söylemek lazım, okullarda hocalardan en verimli faydalanabilenlerin genelde başında gelir Yiğit. Sonrasında Erasmus programı ve yüksek lisans için İtalya’da bulunduğunda da o deneyimlerden kendine kattıkları, onu ve bestelerini derinleştirdi ve değiştirdi. Mimar Sinan Üniversitesi doktora süreci ve İTÜ Miam ile olan ilişkilerinden sonra da, iyiden iyiye müziğin her parametresine hakim olan bir bestecilik seviyesine ulaşmış olduğunu, “Bulutun ağdığı gibi” eserini Hezarfen Ensamble’ın müthiş icrasının çarpıcı etkisiyle deneyimlediğimde fark etmiştim diyebilirim, tek örnek üzerinden kısaca söylemek gerekirse.
Dolayısıyla Yiğit benim gözümde, kendi müziğini derin yazabilmeyi başarabilen, özgün Türk bestecilerinden. Her zaman çok sade, rafine, kendine has ve güzel müzik yazmayı başardı. Besteciliğe olan derin adanmışlığı, çalışkanlığı ve üretkenliğinin de karşılığı olarak, hayata ve evrene de öncelikli olarak o pencereden baktığını, gözlemlediği pek çok şeyde de müzikal parametrelerle ve müziğin kendisiyle karşılaştığını, çoğu kişiye sıradan görünen olgulardan bile ilham alabileceğini düşünüyorum.
Mustafa, Yiğit Özatalay’la beraber kurduğunuz “Yürüyen Merdiven”in senin müzikal yaşamındaki yeri nedir?
Mustafa Kemal: Yürüyen Merdiven’in benim müzikal yaşamımdaki yeri, tırmandıkça bitmesini istemediğim, içe dönük ve ucu görünmeyen bir merdiven olması. Sonsuz ve müzikal bir dönüşüm deneyimi olması.
Tabii ki üretileni insanlara paylaşmak bunun ayrı bir boyutu, ancak sadece güzel bir ürünü başkasına sunmak isteriz. Dolayısıyla öncelikle ve sürekli olarak, bireysel ve kollektif derinleşme, çalışma gerekiyor. Bu anlamda da büyük rolü var Yürüyen Merdiven’in benim için, bugüne kadar kattıklarıyla ve katacaklarıyla.. Elbette bu Yiğit gibi bir dosta sahip olmanın ve insani ilişki tarzımızın bir getirisi. Müzikal ve insani durumu ayırmak söz konusu olamaz burada, çünkü“Yürüyen Merdiven” dediğimiz ilişki de zaten bu dostluğun sesi, sesleri. Dostluğun var ettiği ilişki tarzının bir vasfı, Yürüyen Merdiven.
Değinmek istediğim bir diğer konu, kişilerin kimya uyumunun ve konuşmadan anlaşabiliyor olmanın, müziklerinin kimyasında belirleyici olması. İkinci albümümüzün kaydı esnasında, kayıt teknisyeni sevgili arkadaşımız Esra Arslan da, take’leri dinlerken bir an “Yahu karı-koca gibi çalıyorlar” deyip, kenetlenerek çaldığımıza atıf yapan bir cümle kullanıp, güldürmüştü bizi. Yani Yürüyen Merdiven, aynı zamanda yüksek bir çıta benim için, müzikte birliktelik anlamında, her müzisyenle kolay kolay yakalayamadığım.
Ayrı bir konu da, bir bireyin kendini tekrar etmemesi adına; gelişim sürekliliğine sahip olmasının ve müzik dışındaki alanların felsefelerini süzebilme gayretinin, müzikal algılama ve çözümleme yeteneklerini derinden etkilediğini ve değiştirdiğini düşünüyorum. Elimizden geldiği oranda bu şekilde devinmeye çalıştığımızdan, sanki sonsuza kadar birlikte çalıp, Yürüyen Merdiven olarak Yiğit’le yeni alanlara, yeni deneyimlere, değişerek, dönüşerek girebilirmişiz hissi hakimdir bende.
Yeniden Yiğit’le olan söyleşime dönüyorum… jazz’ın, edebiyatın pek çok türünü ve yazarları etkilediğini biliyoruz. Fakat görülüyor ki şiirle kurulan ilişki hepsinden fazla… Şiirlerden bestelenen jazz şarkıları kadar jazz’cıların yetenek ve ruh çekiciliğinden etkilenerek yazılan şiirlerin sanatsal kalitesi de kendisini hemen göstermekte… Şiirinin edebiyatın diğer türlerine göre daha özgür bir ruh içermesi, jazz’ın da doğaçlama gibi bir özgürlük alanına sahip olması buna sebep olabilir mi?
Y.Ö: Kesinlikle. Hiçbir yazın türünün şiirdeki kadar açıklık veya “düzenli bir düzensizlik” taşıdığını düşünmüyorum. Jazz nasıl ki âna, anlık koşullara göre biçimlenmeye değer veren bir müziktir, şiir de seslere ve sözcüklere aynı zamansal farkındalıkla, aynı doğaçlamavari oyunla dokunur. Şiir de jazz gibi niyetli eksiklikler içerir, okuyanın ya da dinleyenin yorumlayarak tamamlayacağı eksiklerdir bunlar. Jazz parçalı, kopuk bir tarzı, keskin geçişleri, düzensizlikleri sever, şiir de öyle. Ama maksatlı düzensizliklerdir bunlar. Bir yandan da akış halindedir her ikisi de. Jazz’da doğaçlama kendinizi ne kadar akışa bırakabildiğinizle, ama bilinçli bir kaybolmayla ölçülür kanımca. Şiirde de bu akış had safhadadır, ses akışmasından (eufonia) düşünce akışını ayıramayız; çünkü Bedreddin Cömert’in de dediği gibi, şiirdeki ses benzeşimi anlamsal bir yakınlık gibi duyumsanır. Daha birçok kesişimden bahsedebiliriz jazz ile şiir arasında…
“Yürüyen Merdiven”in iki albümünde de aslında profesyonel bir oyuncu olan Tülay Günal’ı şarkıcı olarak görüyoruz. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü mezunu olan sanatçı kariyeri boyunca devlet tiyatrolarından özel tiyatrolara, televizyon dizilerinden sinemaya kadar sahnenin, ekranın ve perdenin çok özel oyuncuları arasında yer almış, çok sayıda ödülle onurlandırılmış olsa da müziğe hiç de uzak kalmamış. Sanatçı mezuniyeti ardından İstanbul’da bir süre pop dünyasının özgün isimlerinden Işın Karaca’nın yanında şarkıcılık da yapmış. Tülay Günal uzun bir süredir Bertolt Brecht şiirlerinden oluşan “Ben Bertolt Brecht” adlı müzikli kabaresinde çok sayıda şarkıyı başarıyla söylemekte.
Y.Ö: Sevgili Tülay Günal’la tanışmamızı Genco Erkal’a borçluyum. 2012’de bünyesinde piyanist olarak çalışmaya başladığım Dostlar Tiyatrosu’nun Ben Bertolt Brecht oyunundan, Tülay’ın ve Genco hocanın usta oyunculuklarından, Emin Fındıkoğlu’nun müzik direktörlüğünden çok şey öğrendim tiyatroya ve sahne müziğine dair. Yaşamaya Dair ve Güneşin Sofrasında oyunlarında da beraber çalıştığımız Tülay’la yıllar içinde beraber nefes alan müzikal bir birliktelik oluşturabildiğimiz için çok mutluyum. Tülay profesyonel bir oyuncu olmasının yanında yetkin bir vokalist. İki albümümüzün de açılış parçalarını ona vermemiz bir rastlantı olmasa gerek… Her şeyden önce, oyunculuğun verdiği bir bilinçle, sözün anlamını düşünerek, gereksiz süslemelerden kaçınarak, olabildiğince yalın ama ifadeli bir söyleyiş tarzı var. Tülay olmadan Yürüyen Merdiven albümleri eksik kalırdı. Geçen ay, İstanbul Jazz Festivali’nde yeni bir proje oluşturduk kendisiyle. Çocuklara jazz’ı tanıtmaya ve sevdirmeye yönelik; Brecht, Nâzım, Aziz Nesin metinleri de içeren güzel bir konser verdik. Bu projeyi önümüzdeki aylarda daha çok sahneleyip daha fazla çocuğa ulaşmak istiyoruz.
Yiğit Özatalay usta bir piyanist olmasına ve şiir bestelenmesine rağmen artık şarkı sözü yazarı ve vokalist… İlk albümde üç (Kırmızı Paltolu Kız, Bir Delinin Hata Defteri, Direndikçe) ikinci albümde iki adet (Bilmece, Üç Hece) sözleri ona ait şarkı barındırmakta. Şiir sevgisini ailesinden alan, edebiyatın pek çok türü yanında şiir de okuyan biri olarak bu parçalardaki sözleri öncelikle şiir olarak mı, yoksa şarkı sözü olarak mı düşünmeliyiz?
Y.Ö: “Kırmızı Paltolu Kız”, “Bir Delinin Hata Defteri” ve “Üç Hece” öncelikle şiir olarak yazıldı, sonradan şarkıya dönüştü. Bunlardan “Üç Hece”nin yeri bende ayrıdır, çünkü bu şiir sevgili eşim Meliha Sözeri’nin 2015’te yazdığı bir dörtlükten esinlenerek oluştu, ve şarkıyı kendisine ithaf ettim. “Direndikçe” ile “Bilmece”nin sözlerini ise şarkı sözü olarak, yani var olan müzik için bir metin oluşturmak amacıyla yazdım.
Yiğit Özatalay müzisyen ve besteci olarak edebiyatla, özellikle de şiirle ilişkisiyle ilgili “Daha altı yaşındayken şiir defteri tutmaya başlamıştım. 18 yaşıma kadar da devam etti bu amatör ilgi. Daha önce söylediğim gibi, şiir sevgisini daha çok annemden aldım. Pazar kahvaltılarında okuduğu şiirler hâlâ kulaklarımdadır. Ama babamın da katkısını yadsıyamam: Orhan Veli’nin toplu şiirlerini, Karacaoğlan’ın koşmalarını, türkülerdeki şiiri onun sayesinde öğrendim. 2012’de piyanist ve müzik direktörü olarak Dostlar Tiyatrosu’nda çalışmaya başlamam şiirle var olan ilişkimi genişletti, şiir kültürümü artırdı. Ne de olsa Genco Erkal ülkemizde şiiri tiyatroyla buluşturan en önemli oyuncu. “Ben Bertolt Brecht” ve halen devam eden “Yaşamaya Dair” ile “Merhaba” oyunlarımız sayesinde şiirin içinde yaşıyorum ve bundan çok keyif alıyorum.” derken acaba dönüp dönüp okuduğu şairler ya da şiirler, bestelemek için ilham perisi beklediğin başka şairlerin başka şiirleri hakkında neler söyleyebilir…
Y.Ö: Nâzım ile Brecht benim için hiç eskimeyen şairler. Onların dışında özellikle Bedri Rahmi Eyüboğlu, Özdemir Asaf, Can Yücel, Cemal Süreya ve Edip Cansever’i okumaktan büyük keyif alıyorum.. Yazmakta olduğum doktora tezim sayesinde önemli bir İspanyol şairle tanıştım, Antonio Machado. Machado’nun “Her şey geçer”i üzerine çalışıyorum şu sıralar. Daha önce Türkiye dışından bir ozanın şiirini bestelememiştim. Geçen yaz tanışıp hayran olduğum başka bir şiirse Sabahattin Ali’nin “Rüzgar”ı. Ablam bana doğum günümde almıştı Sabahattin Ali’nin şiir kitabını -oğlunun, yani yeğenimin adı da Rüzgar bu arada. “Rüzgar” şiirini bestelemeyi çok isterim. Bakalım ne zaman…
Sadece jazz değil müzik dünyamızın şimdiden en değerli ve saygın isimleri arasına giren Yiğit Özatalay’a müziği gibi özenli cevapları için de teşekkür ederken biliyoruz ki “Yürüyen Merdiven”le müziğin ve jazz’ın güzelliklerine tırmanmaya devam edeceğiz…